Geçen hafta Hikâyenin Kadın Hali’nde, "Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları" başlıklı kitabı derleyen Yasemin İnceoğlu ile nefret suçu ve nefret söylemi kavramından, medyanın rolünden, Nefret Suçları Yasası Platformu’ndan söz ettik.
Dinlemek için:
İndirmek için:mp3, 46.5 Mb.
9 Şubat 2012 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.
Hikâyenin Kadın Hali’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.
Geçen hafta Hikâyenin Kadın Hali’nde, "Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları" başlıklı kitabın yazarı Yasemin İnceoğlu ile nefret suçu ve nefret söylemi kavramından, medyanın rolünden, Nefret Suçları Yasası Platformu’ndan söz ettik. Dinlemek için: İndirmek için:mp3, 46.5 Mb. Kitabın tanıtımı ve önsözü: Kimlik bilinci ve kimliksel ayrışmayla paralel olarak belki de, ülkemizde son yıllarda yeni bir suç türünden ve fiilinden söz edilmeye başlandı: Nefret söylemi ve nefret suçları. Belki bu sınıfa giren söylem ve fiillerin tarihi daha eskilere dayanıyor ama anlaşılan o ki bunu çok uzun bir süre yalnızca maruz kalanlar hissetti. Nefret suçu, “sırf ‘farklı’ bir gruba mensup/ait olduğu gerekçesiyle kişilere/mülke karşı işlenen suçları” kapsıyor. Burada farklılığın ifadesi kişi, eylem ya da şey yere ve zamana göre değişerek, etnik köken, dil, din olabildiği gibi, cinsel tercihler, uzun saç, küpe, mülteciler, göçmenler ve engelliler de olabiliyor. Dolayısıyla, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalan tüm grupların temsil edilmesi kaygısıyla oluşturulan bu kitapta yer alan tüm yazarlar, bu konuda çalışan, kafa yoran ve ter döken akademisyenler ve aktivistler; bazıları da nefret söylemi ve nefret suçlarından bizzat nasibini alanlar. Hem düşünceleriyle hem de eylemleriyle hepimizin yakından bildiği ya da ismine aşina olduğu bu değerli katılımcılar ülkemizin fay hatları boyunca nefret söyleminin ve nefret suçlarının izini sürüyor. İşte bu noktada, suçun mağdurları ve onlara yönelik eylemlerle bir bir yüzleşiyoruz: azınlıklar, Romanlar, eşcinseller, travestiler, kadınlar… Liste uzayıp giderken, gerek yazılı ve görsel basında gerek internette nefretin kelimelerle nasıl buluştuğunu görüyoruz çaresizce. Ve neyse ki bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşlarıyla tanışıyor, nefret söylemiyle mücadele ve nefret suçunu Ceza Kanunu kapsamına alma konusunda neler yapılabileceğini öğreniyoruz. Korku ve karamsarlık umuda kapı aralıyor böylece. Bu kitap, nefret söylemi ve nefret suçları konusunda çok farklı kişi ve konuları bir şemsiye altında toplayarak bir ilki gerçekleştirdi. Ülkemizde bu konudaki farkındalığın oluşmasında bir nebze de olsa katkı sağlaması ve yapılacak olan çalışmalara önayak olması kitabın amaçlarından biri yalnızca. İdeal olanı ise nefretten arındırılmış bir dünya. *** Önsöz Irkçılığa DurDe’den Levent Şensever ve Cengiz Alğan, 2009 yılında oluşturdukları Sosyal Değişim Derneği’nin yeni bir projesinde Danışma Kurulu üyesi olarak yer almam için davette bulundu. Daha sonra bu proje 2010 yılında, Ulusal Basında Nefret Suçları: 10 Yıl, 10 Örnek başlığıyla yayımlandı. Geçen üç yıl içerisinde sayısını hatırlayamadığım kadar seminer, çalıştay, konferans ve televizyon programıyla kamuoyunu ve medyayı nefret söylemi/nefret suçları hakkında bilgilendirme ve farkındalık yaratma uğraşı verdik. Bu konuda Sosyal Değişim Derneği’nin yanı sıra, UHDV, İHGD, Pozitif Yaşam Derneği, Kaos GL’nin düzenlediği ulusal ve uluslararası toplantılara katıldım. Bir başka deyişle, bu süreç içerisinde hep beraber piştik. Gelinen şu noktada çabalarımızın boşuna olmadığını sevinerek görüyorum. Bu kitabın yayımlanması fikrini aklıma sokan kişi Ayrıntı Yayınları editörü Sevgili Abdullah Yılmaz. Hafızam yanıltmıyorsa 2009 TÜYAP Kitap Fuarı’nda Ayrıntı Yayınları’nın organize ettiği ve Umur Talu, Ali Erol, Denis Ojalvo ve benim katıldığım “Nefret Söylemi ve Nefret Suçları” paneli sonrasında Abdullah Bey benden bu kitabı derlememi rica etti. Bu kitap iki yıllık bir çalışmanın ürünü. Kitapta yer alan tüm yazarlar bu konuda çalışan, kafa yoran akademisyenler ve aktivistler; bazıları da bizzat nefret söylemi ve nefret suçundan nasibini alanlar. Kitabın içeriğini oluştururken, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalan tüm grupların temsil edilme kaygısıyla yola çıktım ve inanıyorum ki bir iki eksikle de olsa kapsamlı bir çalışmaya imza atmış olduk. Bu vesileyle yazarlara kitapta yer almayı kabul ettikleri ve değerli katkıları için teşekkürü borç bilirim. Yine kitabın yayımlanmasında gönülden destek veren Ayrıntı Yayınları çalışanlarına da şükranlarımı sunarım. Başlık neden, “Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları”? Birbirinden ayrı şeyler de olsalar, sonuçta birbirlerini besliyorlar ve özellikle de nefret söylemi nefret suçuna giden yolda ilk önemli adım; kitapta yer alan makalesininin başlığında, Baskın Hoca’nın isabetle belirttiği gibi, nefret söylemi nefret suçunun önkoşulu. Kendini her zaman kin ve öfke dolu ifadelerle ortaya koymadığı ve hatta zaman zaman gayet normal göründüğü ve kanıksandığı için nefret söylemini teşhis etmek kolay olmayabilir. Nefret suçuna giden sürecin çıkış noktası olan, nefret suçunun önünü açan, onu teşvik eden, tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün dışavurumu olan nefret söyleminde, hedef alınan gruplara “toplumda size yer yok” mesajı yinelenerek veriliyor; grup üyeleri pasifleştiriliyor/sessizleştiriliyor. Bu durum doğal olarak demokratik düzeni yıpratıyor; zira insanın en temel hakkı olan “yaşama ve katılım hakkını” elinden almış oluyorsunuz. Kaldı ki demokrasilerde “tercih” etmediğiniz, istemediğiniz insanlarla da beraber yaşamak zorundasınız; “onları istemiyorum” deme lüksünüz yok. Ceren Sözeri ile birlikte hazırladığımız Nefret Suçlarında Medyanın Sorumluluğu : “Ya sev ya terk et ya da…” başlıklı çalışmada, 2004-2007 yılları arasında anaakım medyada doğrudan Hrant Dink’i hedef alan ama asıl olarak etnik köken ya da dini farklılıklar temelinde nefret söylemi içeren haberler ve köşe yazıları incelendi. Araştırma sonucunda Türkiye’de azınlıklar ya da kendini azınlıkta hissedenlerin, geçmişi ve devletin resmi söylemini sorgulamaları durumunda, basının büyük kısmını elinde bulunduran milliyetçi muhafazakâr gazeteler ve gazeteciler tarafından ötekileştirildiği ve hedef gösterildiği, hatta “ülkeyi terk etmeye ya da sonuçlarına katlanmaya” varan tehditlere maruz kaldığı tespit edildi. Dink cinayeti ve sonrasında medyada nefret söylemini konu alan araştırmaların ortaya koyduğu vahim tabloya rağmen, bizzat uygulayıcılar açısından sağlıklı bir değerlendirme ve özeleştirinin yapıldığını ifade etmek hâlâ mümkün görünmüyor. Nefret söylemi ile ifade özgürlüğü arasındaki sınır çok tartışmalı bir konu; bir hususun nefret söylemi kapsamına girdiğini iddia ettiğiniz yerde, ifade özgürlüğü ihlaline ilişkin eleştiriler gündeme geliyor. Baskın Oran Hoca, Radikal ve Agos’ta önceden yayımlanmış yazılarını bu kitap için yeniden gözden geçirdi. Makalesinin adı, Maksimum Rezillik: Nefret Suçları ve Nefret Suçunun Önkoşulu: Nefret Söylemi. 2010 yılında Ahmet Türk ve Taner Yıldız’a yapılan saldırılar ile medyanın bu olayları “alkışlayıcı” tavrını eleştiren bu makalesinde ayrıca nefret suçunun önkoşulu olan nefret söylemine örnek olarak, Ordu Üniversitesi’nden bir öğretim üyesinin Ağustos 2011’de Radikal gazetesine verdiği demeçte kullandığı ifadelere değiniyor. Hakan Ataman’ın Nefret Suçlarını Farklı Yaklaşımlar Çerçevesinden Ele Almak: Etik, Sosyo-Politik ve Bir İnsan Hakları Problemi Olarak Nefret Suçları başlıklı yazısında, genel olarak insan haklarıyla ilgili sorunlara, özel olarak ise nefret suçlarına geniş bir bağlamda ve zamana yayılan dinamik bir süreç olarak bakılmasının önemi üzerinde duruluyor. Yazar, sosyal bilimlerin, disiplinler arası bir perspektifle konuya yaklaşması, sorunu analiz etmesi ve çözüm odaklı çalışmasının, hem nefret suçlarına bir tepki olarak geliştirilen hukuki korumanın meşruiyetini sağlayacağı hem de hukuki bir sorun olduğu kadar etik, sosyo-politik ve bir insan hakları skandalı olarak nefret suçlarının temeline inerek neler yapılabileceği hakkında bizlere fikir vereceği hususunun altını ısrarla çiziyor. Halen tartışmalı bir konu olan nefret söylemi, AB ülkelerinde bir suç olarak tanınmaya başlamasına rağmen, ABD’de düşünce özgürlüğüne vurgu yapılarak, özgürlüğe ancak “şiddeti teşvik etme” durumlarında kısıtlama getirileceği belirtiliyor. İfade özgürlüğü temel insan haklarından biri olsa da, bireyler kendi açıklamalarından doğabilecek potansiyel nefret söylemi konusunda dikkatli davranmalıdır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, devletlere, ulusal yasalar çıkarmak için ortak ölçütler belirlemesini ve nefret söyleminin sahibi ile bunu yayımlayan medyayı birbirinden net olarak ayırt etmeyi öneriyor. Diğer yandan, Komite nefret söyleminin medya aracılığıyla yayılmasının da daha zararlı olacağını vurguluyor. Ulaş Karan’ın Nefret İçerikli İfadeler, İfade Özgürlüğü ve Uluslararası Hukuk başlıklı çalışması, konuya bir giriş niteliğinde olup, nefret söylemi kavramının kapsamına, ifade özgürlüğüyle ilişkisine ve uluslararası düzeyde hukuk kuralları içerisindeki yerine odaklanıyor. Nefret söylemine hukuk alanında karşı çıkış aynı zamanda ifade özgürlüğünün sınırlanması anlamına geldiği için Ulaş Karan makalesinde bu konuya değiniyor ancak doğal olarak, ifade özgürlüğünün nefret söylemi dışındaki sınırlama sebepleri üzerinde durmuyor. Asuman Aytekin İnceoğlu’nun Nefret Suçu Kavramı ve Türk Ceza Mevzuatı Açısından Değerlendirilmesi adlı makalesi, nefret suçu, nefret suçu mağduru kavramları ve Nefret Suçu ile Nefret Söylemi- Ayrımcılık Suçu-Soykırım Suçu Arasındaki Farklara değiniyor. Nefret Suçlarıyla Mücadele Nedenleri ve Türlerine yer veren çalışmada, Türk ceza mevzuatında ivedilikle nefret suçu tanımının yapılmasına; soruşturma ve kovuşturmanın önemine dikkat çekiliyor. İnceoğlu’na göre, TCK’da nefret suçunun tanımlanması, cezai yaptırımların uygulanmasının yanı sıra, Meclis’te bir Nefret Suçu Komisyonu’nun oluşturulması da gerekiyor. Türk Musevi Cemaati’nden Ester Zonana ve Yuda Reyna’nın ortaklaşa kaleme aldığı Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı Taslağı ve Nefret Suçları adlı yazıda, ayrımcılıkla ilgili anahtar kelime olan “bakış açısı ve zihniyet” üzerinde duruluyor. Yazıda, bu yasanın ve yasa ile kurulan “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu”nun nefret suçları ve ayrımcılıkla mücadelede etkili olamayacağı irdeleniyor ve yapısı itibariyle tarafsız olarak nitelendirilemeyecek olan bu kurulun yetkilerinin sıralandığı 17 maddeden sadece bir tanesinin ayrımcılıkla ilgili olması da bu saptamayı bir anlamda teyit ediyor. Türkiye’de nefret suçu kavramı, Hrant Dink cinayetiyle kamuoyunun gündemine oturdu. Geçmişte yaşanan 6-7 Eylül 1955 olayları, Sivas katliamı, Rahip Santoro cinayeti, Malatya katliamı, Seferihisar ve Kemalpaşa’daki linç girişimleri de nefret suçlarına çok çarpıcı örneklerden. Bu suçlar mağdurlara zarar vermekle kalmayıp, aynı grup üyelerine hoşgörüsüzlük, ayrımcılık ve önyargı iletilerini pekiştirici bir etkiyle gönderiyor ve bu gruplar toplumun diğer gruplarına/bireylerine adeta “düşman hedefler” olarak işaret ediliyor. İnsan hakları mücadelesi çerçevesinde karşı çıkılması gereken nefret suçları, iki temel unsuru –ayrımcılık ve önyargıyı– bünyesinde barındırıyor. Hrant Dink yoğun bir “nefret söylemi” bombardımanı sonucunda “nefret” suçu cinayetine kurban gitti. Bazı gazeteler Dink’i hedef gösterdi/etiketledi/ötekileştirdi ve yalnızlaştırdı. Dink cinayeti öncesi medyada gördüğümüz başlıklardan birkaçı şöyleydi: “Hrant’ın hırlayışı”, “Türklüğe hakaretten yargılanan Ermeni gazeteci”, “Ermeni’ye Bak”, “Hrant kaşıyor”, “Hrant uslanmadı”, “Kovun bunları. Ya sev ya terk et”. Fethiye Çetin, Yargı Söylemi ya da Hukukun Hakikati adlı yazısında, Hrant Dink’in TCK 301’den (eski 159) mahkûmiyetine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de kapsayacak biçimde tüm aşamalarıyla Hrant Dink yargılamasına yer veriyor. Türkiye’deki yargı pratiğini ve egemen anlayışın işleyişini, yargıçların karar süreçlerini etkileyen faktörleri, ayrımcılığın ve nefret söyleminin hukuksal metinlerdeki yansımalarını gözler önüne seren yazı, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda azınlıkta kalan “karşı oylar” ile karara itiraz eden Yargıtay Savcılığı’nın tüm çabalarına rağmen sonuca etki edemeyişini tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Belma Akçura’nın Tetikçinin Kimliği: Cinayetlerin Üstünü Örten Perde adlı yazısı, Sabahattin Ali ve Doğan Öz’ün öldürülmesinden başlayarak, günümüze kadar uzanan gazeteci cinayeti dosyalarını ele alıyor: Abdi İpekçi, Cevat Yurdakul, Ümit Doğanay, Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Zeki Tekiner, Kemal Türkler, Musa Anter, Uğur Mumcu ve Hrant Dink. Akçura’nın önemle altını çizdiği nokta, toplumun her alanında yaşanan metamorfoz ile tetikçisini kollayan ve kahraman ilan eden toplumdaki tehlikeler. Demokrasilerde en etkili yöntem deşifre etmek olduğundan, nefret söylemi izlenmeli ve kayıt altına alınmalıdır. Sosyal medya ortamında nefret söylemi izleme ve rapor etme merkezlerinin kurulmasına örnek olarak, Sosyal Değişim Derneği’nin Medya İzleme Merkezi’ni verebiliriz. Ayrıca Sosyal Değişim Derneği, gazetecilerin, akademisyenlerin, hukuk danışmanlarının, STK temsilcilerinin ve en önemlisi nefret söylemine en çok maruz kalan grupların bir araya geldiği Nefret Suçları Platformu adında bir girişimi de hayata geçirdi. Cengiz Alğan’ın Nefret Suçları ile Mücadelede Sivil Toplum Örgütlerinin Rolü adlı yazısında, Irkçılığa DurDe Girişimi’nin amacı, etkinlikleri, Nefret Suçları Karşıtı Platformu kurma süreçleri, Uluslararası Nefret Suçları Konferansı ve son olarak da yeni kurdukları İzleme Merkezi’nin çerçevesi anlatılıyor. Yazar nefret suçuna örnek olay olarak, 2011 yılı Ocak ayında Manisa, Selendi’de Romanlara karşı gerçekleştirilen linç girişimini, olayın arka planına ve internetteki okur yorumlarına da yer vererek ayrıntılı bir biçimde ele alıyor. Nefret suçlarıyla mücadeleye bir başka örnek de, ABD kökenli Southern Poverty Law Center. Taner Kılıç’ın Nefret Suçları ile Mücadelede Bir Örnek: Güney Yoksulluk Hukuk Merkezi (SPLC) başlıklı yazısında SPLC, ABD coğrafi koşulları içinde bir “örnek” olarak tanıtılmaya çalışılıyor ve SPLC modelinin Türkiye’de uygulanabilirliği tartışılıyor. Yazıda, SPLC’nin yaptığı işleri, sadece bir tek “hukuk bürosu” üzerinden yürütmenin Türkiye’de mümkün olamayacağı belirtiliyor ve bu modelin, bir dernek veya vakıf ya da nefret suçları üzerine çalışan bir organizasyon tarafından özel projeler geliştirilerek, insan ve kurum kapasitesini oluşturmak suretiyle yaşama geçirilmesinin mümkün olabileceği üzerinde duruluyor. Kürt sorunu çoğu zaman terörizm ve PKK ile özdeşleştiriliyor ve Kürtler hakkında “cani, hain, kalleş, çapulcu, dağdan inenler” türünden “sloganlaşmış” ve “onları ürkütücü kılan” kalıp yargılar kullanılıyor. Oysaki bu tavır Kürt sorununu çözümsüzlüğe götürmekten başka bir fayda sağlamıyor. Son olarak, seçim sonrasında tutuklu vekillerin serbest bırakılmaması ve bunu takiben Silvan’daki çatışmada 20 askerin yaşamını yitirmesinin ardından, Caz Festivali’nde Sanatçı Aynur Doğan’a Kürtçe şarkı söylediği için sözlü saldırıda bulunulmasında, yine İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Kürtlere yönelik bir linç kampanyasının başlamasında, medyanın kullandığı dilin yanı sıra, hükümet yetkililerinin açıklamalarının da etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Hükümetin, Kürt siyasetini değersizleştiren ve itibarını zedeleyen türden açıklamalar yapmaktan imtina etmesi ve seçim sonrası yapılan “balkon konuşması”nda kullanılan barışçıl dili özellikle bu kritik dönemde koruması beklenirdi halbuki. Belki de ilk kez bir ana muhalefet partisinin (CHP) seçim bildirgesinde, “Azınlık din mensubu vatandaşlara yönelik din ve inanç temelli ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçlarıyla mücadele edileceği”nin belirtilmesi de ülkemiz açısından kayda değer ve sevindirici bir gelişme olarak kabul edilmeli. Hakan Tahmaz’ın Nefret Söylemi ve Barış Meclisi başlıklı yazısında, Sivil Yurttaş Girişimi olan Barış Meclisi’nin Kuruluş Bildirgesinde, 2008 tarihinde düzenlenen, Yeni Anayasa Sürecinde Demokratikleşme ve Kürt Sorunu Konferansı’nda ve Haziran 2011 seçimlerinden önceki Barış İçin Eşit Yurttaşlık Bildirgesi’nde nefret söylemi ve nefret suçları ile mücadele girişimleri aktarılıyor. Tahmaz, Aysel Tuğluk’un konuşmasının anaakım medyada yer alış biçimi ile 12 Haziran seçim döneminde medyada bizzat yeniden üretilen nefret söylemine dikkat çekiyor. Devletin ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini yaratırken, toplumsal bağlamdan koparak hem örtük hem açık biçimde ırkçılık, etnik önyargı, zenofobi (yabancı korkusu-nefreti), antisemitizm gibi kavramlarla tanımlanabilecek türden nefreti yeniden ürettiğini ya da pompaladığını biliyoruz. Medyanın olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak “öteki”leştirdiği ve “hedef” haline getirdiği grupları kamu güvenliği açısından “potansiyel risk ve tehdit taşıyan öcüler” gibi göstermesi, toplumdaki “öteki” gruplara karşı beslenen önyargıları pekiştiriyor ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açıyor. Bu durum, bir yandan kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi; diğer yandan, nefret söylemi üreten gruba güç ve özen atfetmesi açısından oldukça sakıncalı. Söylenenlerden çok söylenmeyenler, normal, rasyonel ve mantıklı görünen ifadeler nefret söyleminin teşhisini zorlaştırır. Medyada biz-onlar ekseninde bir ötekileştirme her zaman tanık olduğumuz bir durumdur. Medya, ötekileştirdiği grubun insani değerini inkâr ederek, onlara uygulanan şiddet ve aşağılayıcı davranışları meşrulaştırabiliyor. Halbuki TGC’nin Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nde şöyle diyor: “Gazeteci başta barış, demokrasi, insan hakları olmak üzere insanlığın evrensel değerlerini, çoksesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, din, dil, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslar arası nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türlü şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.” Ceren Sözeri, Yazılı Basında Nefret Söylemi ve Mücadele Yolları başlıklı yazısında, Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın Nisan 2009-Aralık 2010 yılları arasında yürüttüğü çalışma kapsamında, Türkiye’de yayımlanan ulusal gazetelerdeki, etnik ve dini aidiyeti hedef alan söylemlere odaklanıyor. Yazar, “Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi” adlı çalışmanın analizlerini yürüten araştırmacılardan birisi olması nedeniyle, çalışma kapsamında elde edilen bulgulara dair izlenimlerinin yanı sıra, araştırmanın çerçevesinin ve yönteminin belirlenmesi konusundaki ayrıntıları da bize aktarıyor. Eskiden manşetlerde gördüğümüz “Pis Çingene”, “Korkak Yahudi”, hatta geçmişte bir bakanın çekinmeden söylediği “Ermeni dölü” türünden nitelemelerin günümüzde artık, gazetelerde satır aralarına, köşe yazılarına, internette ise Facebook ve okur yorumlarına kaydığına tanık oluyoruz. Aşağıda yer alan, Facebook sitelerinden bazı örnekler nefret söylemi ve nefret suçunun varlığını çok net biçimde ortaya koyuyor: “Lezbiyenlere tecavüz ederek onları topluma kazandırabiliriz”, “Köpeklere giriş serbesttir. Bu kapıdan Yahudiler ve Ermeniler giremez”, “Duy ulan soysuz, ne mutlu Türk’üm diyene…”, “Soykırım yapsak soyunuz kalmazdı köpekler”. İnternette ırkçı nefret söyleminin hızla yayıldığını görüyoruz. Türkiye halen Avrupa Konseyi Siber Suçlar Sözleşmesi’nin ırkçı/yabancı düşmanı içeriği cezalandıran ek protokolünü imzalamadığı gibi, Birleşmiş Milletler (BM) Irkçılıkla Mücadele Sözleşmesi’ni yürüten komitenin, 2009’da eşitliği güvence altına almaya ek olarak ayrımcılıkla mücadeleyi içeren açık düzenlemeler getirmemizi talep etmesine karşılık herhangi bir tepki vermemiştir. Diğer yandan, 3000’e yakın kapalı sitenin kapatılma nedenleri arasında ırkçılık ve ayrımcılığın bulunmaması da son derece düşündürücüdür. Türkiye’de nefret söylemiyle mücadeleye ilişkin bir örnek olarak, 19 Haziran 2011’den itibaren Ekşi Sözlük’te yayımlanan şu duyuruyu verebiliriz: Nefret söylemi denetim grubu şu andan itibaren Ekşi Sözlük dahilinde yazılmış entry’leri denetlemek, bu entry’ler arasında nefret söylemi içerenleri tespit etmek ve söz konusu nefret söylemlerini yayından kaldırmak amacıyla yetkilendirilmiş ve aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Site ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu, atıf yapılan mahkeme kararları ve bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin ilgili yasalarını temel alarak aşağıdaki tanımı kabul etmiştir: “Irk, etnik köken, dil, inanış durumu, fiziksel veya zihinsel engel, bölgesel farklılıklar, cinsiyet, cinsel kimlik ya da cinsel yöneliminden dolayı belirli kişi veya gruplara bu temel özelliklere dayalı, mevcut her türlü olumsuz önyargılardan beslenerek yöneltilen nefret ve/veya şiddet oluşturabilecek nitelikteki ifadeler nefret söylemi olarak kabul edilir.” Sercan Gidişoğlu ve Kerem Rizvanoğlu’nun ortaklaşa kaleme aldığı “İnternette Türk Milliyetçiliği: Türk Milliyetçisi Siteler ve Ağ Yapısı Üzerine Bir Analiz” başlıklı makalesinde, internetin milliyetçi gruplar için kolektif kimlik ve cemaatin oluşturulması ve yeniden üretilmesi sürecinde nasıl bir rol oynadığı sorusuna cevap aranıyor ve bunu yaparken nasıl bir içeriğin ve retoriğin, ne tür araçlar vasıtasıyla aktarıldığı sorgulanıyor. Bu araştırmada öngörülen hipoteze göre, belirli içerik kategorilerinin (retorik) ve etkileşim araçlarının kullanımı yoluyla internet, milliyetçi söylem ve değerlerin yeniden üretilmesine hizmet ediyor ve bu şekilde milliyetçi aidiyetlikleri kuvvetlendiriyor. Bilindiği üzere, ECRI-Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu, Türkiye Raporu’nda (8.02.2011), Türkiye’de bilgisayar ağları yoluyla işlenen ırkçılık ve yabancı düşmanlığı suçunun arttığını kaydetmiş ve internet basını için etik ilkelerin geliştirilmesini önermiştir. Diğer yandan, spor medyası da nefret söylemini ve nefret suçunu ciddi olarak körüklüyor; Türklük, Türkiye, canım Türkiyem, vatan, ay-yıldız gibi söylemler sıklıkla kullanılıyor. “Hindi dediniz bize nasıl yedirdik size” türünden başlıklarla şiddet kültürü yeniden üretiliyor. Ahmet Talimciler’in Ötekine Yönelik Nefretin Fark Edilmediği ya da Kanıksandığı Alan: Türkiye Futbol Medyası adlı makalesinde farklı/öteki ya da bizden olmayan olarak değerlendirilenlere yönelik olarak geliştirilen düşünce kalıplarının oluşumunda Türkiye futbol medyasının rolü mercek altına alınıyor. Bu amaçla futbolun sosyolojik temellerinin neler olduğu ortaya konuyor ve futbolun kitlelerle buluşmasını sağlayan medya ile kurmuş olduğu bağlantının nasıl gerçekleştiği ve bunun etkilerinin neler olduğu inceleniyor. Futbol ile medya arasında kurulan ideolojik bağlantı yoluyla nefret söyleminin toplumsal hayat içerisinde nasıl kök saldığı, kullanılan gazete başlıkları ve köşe yazarlarının söylemleri üzerinden örneklerle gösteriliyor. Homofobi de bir başka nefret suçu. “Travesti dehşeti”, “Ters ilişki teklif etti öldürdüm”, “Hak ettiler” türü manşetler, saldırıları meşrulaştırıyor veya özendiriyor. Medya, LGBTT haberlerini şiddet içeren 3. Sayfa haberleri kapsamında “cinsel içerikli, toplum ahlakına aykırı”, LGBTT bireyleri ise “sapkın” veya “canavar” olarak sunuyor. Kaos GL’nin Nefret Suçları Kimin Sorunu?: LGBT Bireyler, Nefret Söylemi ve Medyadaki Temsil başlıklı yazısı, nefret suçlarının hedefinde kimlerin olduğu, saldırıya uğrayanların sosyal ve psikolojik deneyimleri, LGBT bireylere yönelik nefret söylemi ve bunların medyada nasıl temsil edildikleri, Kaos GL dergisinin yayın hayatına başlaması, LGBT’lerin kamusal alana inişleri ile Kaos GL’nin medyayı izleme çalışmaları hakkında bir derleme niteliğinde. Kemal Ördek, kaleme aldığı Trans Bireylere Karşı Nefret Söylemi başlıklı yazısında, ülkemizde kırılgan bir toplumsal grup olan LGBT’lerden, trans bireylerin yaşadığı hak ihlallerini, nefret söylemi ve nefret suçu çerçevesinde ele alarak irdeliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilgili suçlara yönelik gerekli önlemi almaması bir yana, zaman zaman bizzat hak ihlali uygulayıcısı ve hatta teşvik edicisi olduğunun vurgulandığı yazıda, son yıllarda güçlenen trans birey hakları hareketinin hükümetten talepleri de dile getiriliyor. HIV ve AIDS, haberlerde, suç ve ahlaksızlık ekseninde, tedavisi mümkün olmayan birer hastalık olarak sunuluyor ve HIV ile yaşayanlar tehlikeli, hastalıklı, günahkâr, sapkın ve kötü bireyler olarak ötekileştiriliyor. Medyada yanlış dil kullanıma örnek olarak, AIDS Virüsü/HIV Virüsü ifadesini verebiliriz. Doğrusu AIDS/HIV’dir. AIDS Kurbanı/AIDS Hastası/AIDS Taşıyıcısı gibi başlıklar ifadeye çaresizlik, suçluluk ve zayıflık anlamları yükler. Aynı şekilde, uyuşturucu bağımlısı veya eroinman yerine damariçi madde kullanıcısı, yüksek risk grubu yerine yüksek risk davranışı (güvenliksiz seks vs) tercih edilmeli, karmaşık epidemiyolojik veya tıbbi terimler kullanılmamalı, haberlerde belli stereotiplere (kalıp yargılara) başvurulmamalı, yalnız çokeşliler, uyuşturucu kullananlar veya seks işçilerinden oluşan grupların HIV virüsü taşıdığına dair haberler yapılmamalıdır. AIDS’in yalnız bir sağlık sorunu değil, aynı zamanda tüm iş yaşamını, siyaseti ve sosyal hizmetleri etkileyen bir mesele olduğu unutulmamalı, iktidarın ve dini kurumların AIDS’e ilişkin doğru bilginin kamuoyuna aktarılmasında engel oluşturmaması ve kültürel tabuların etkisiyle başvurulan otosansürden gazetecilerin de sakınması gerekmektedir. Diğer yandan HIV/AIDS ile yaşayanlar, kendileri gibi ayrımcılığa uğrayan diğer dezevantajlı ve incinebilir grupların; LGBT’lerin, mültecilerin ve göçmenlerin maruz kaldığı önyargı, nefret söylemi ve nefret suçlarından nasibini bolca alıyor. Murat Köylü’nün HIV/AIDS ile Mücadelede En Büyük Sorun Virüs Değil, Önyargılar adlı yazısında, HIV pozitif olmanın, baskın belirleyicilikte bir kimlik bileşenine dönüştüğü, HIV/AIDS ile yaşayanların, ciddi ötekileştirme baskısı altında olduğu ifade ediliyor. Yine bu makalede, HIV/AIDS ile yaşayanlar bilim ve etik dışı ve yaşam hakkı ihlallerine dek varabilen önyargılardan beslenen bir nefretin odağı konumuna gelirken, bu nefretin sadece ulusal veya bölgesel değil, küresel bir varlık alanı bulduğu da vurgulanıyor. Özetle, HIV virüsü ile mücadelenin, yaşamın her alanında bununla yaşayanlar ile mücadeleye nasıl dönüştüğü anlatılıyor yazıda. Toplumda modern kesimin ötekileştirdiği bir grup da başörtülü kadınlar. Ancak her “öteki” kendi “ötekisi”ni de yaratmakta son derece başarılı. Dekolte giydi diye taciz/tecavüz edilebilir kategorisine sokulan veya belediye otobüsüne şortlu bindi diye yumruklanan ve aşağılanan bir kadının mağduriyeti ile başörtülü kadınlarımızın mağduriyetinin temelinde yatan, aynı “patolojik zihniyet”. Havva Yılmaz’ın Bir Nefret Nesnesi Olarak Başörtülü Kadınlar ya da Nefret Suçları Bağlamında Başörtüsü Problemi başlıklı yazısı, henüz bir nefret suçu olarak kabul edilmemiş olsa bile nefret suçu kavramının başörtüsü problemiyle ilişkisini inceliyor ve başörtülü kadınlara yönelik toplumsal nefreti çeşitli örnekler üzerinden analiz etmeye çalışıyor. Diğer yandan, yazar ülkemizde ve Avrupa’daki başörtü yasaklarının, nefretin meşrulaşmasındaki etkisi ile standardize edilmiş toplumsal grupların, “ölçüt dışı” kalanları toplumsal çemberin dışına attığını ve bunun sonucunda oluşan önyargıların, bu nefreti besleyip büyüttüğünü vurguluyor. Bir başka önemli konu da cezaevleri. Haziran 2011’de, son yıllarda aldığım en heyecan verici davet geldi Zafer Kıraç’tan. STK’lar ile akademisyenlerin birlikte Bakırköy Kadın Tutukevi/Cezaevini ziyaret etmesi yönünde bir davetti bu. Sonradan ziyarete dair gözlemlerim Radikal İki’de yayımlandı (3.07.2011). Pilot cezaevi olan bu cezaevi Türkiye genelini yansıtmıyor elbette. Dışarıda olanlardan bazılarımız “içerideki dünyayı”, “Allah kimseyi düşürmesin” veya “içeride olduklarına göre mutlaka hak etmişlerdir” ifadeleri çerçevesinde algılıyor ne yazık ki. Halbuki dışarıdaki “biz”lerin zaman zaman “öteki”leştirdiğimiz “öbür”lerinin yanında olmamız an meselesi; çok kaygan ve geçişken bir zemin var aramızda. Bizlerin oraya geçmesi ne kadar mümkünse, onların da dışarıya çıkması o kadar mümkün. Burada önemli olan konu dışarıda insanlık onuru, hakkı ve özgürlüğüne yaraşır bir biçimde hep birlikte “nasıl ve ne şartlarda” bir arada yaşayacağımız. Bunun için de acilen “zihniyet değişimi”ne gerek var. Zafer Kıraç’ın Cezaevleri ve Nefret Söylemi başlıklı yazısı, STK’ların, cezaevlerindeki nefret söylemi ve nefret suçları üzerine bir çalışması olmamasına, cezaevlerinin kamunun insafına bırakılmasına ve 2005’te yürürlüğe giren Ceza İnfaz Kanunu’na rağmen, cezaevlerinde sivil toplum faaliyetlerinin eksikliğine odaklanıyor. Yine 2005’te yürürlüğe giren, Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezleri ile Koruma Kurulları Kanunu’nun önemini de irdeleyen yazı, Türkiye’deki ceza infaz sisteminin adeta bir haritasını çıkarıyor. Nefret söylemine maruz kalan başka bir grup da, işsizlik, düşük gelir seviyesi, yeterli eğitim almaktan yoksun olma gibi sorunları bulunan Romanlar. Anaakım medyada, dansları ve müzikleriyle adeta bir eğlence malzemesi olarak veya genel kurallara uyum sağlama sorunları, kavgaları ve suç haberleriyle gündeme getiriliyorlar. İşte iki örnek başlık: “Roman Mahallesinde Kavga: 50 Gözaltı”, “Romanlar Polise Pis Anlar Yaşattı”. Bahattin Ulusoy, Yüreğimizden Gelen Sese Kulak Verin başlıklı yazısında, yıllar yılı insan oldukları unutulan, toplumun yüzde 75’inden daha yüksek bir bölümünün kendileriyle komşu olmak istemediği, insan olduklarını ispat etmek için kimliklerini inkâr yoluna giden Romanlara yönelik ayrımcılığı anlatıyor. Kendilerine önyargılı davranılması sonucu, Romanların nasıl toplum dışına itildiğini aktaran Ulusoy, bu grubun yine de ulusal kimliğin çimentosu olmaya devam ettiğine ve kendilerine beslenen bu önyargıların kırılabilmesi için toplumda herkese düşen görevlerin önemine dikkat çekiyor. Bu kitap, çok geniş bir yelpazede temellenmiş olması itibariyle nefret söylemi ve nefret suçları konusunda bir ilki gerçekleştirdi. Kitabın ülkemizde bu konudaki farkındalığın oluşmasında bir nebze de olsa katkı sağlamasını ve yapılacak olan çalışmalara yol açmasını umuyorum. Teşvikiye, Aralık 2011 Yasemin İnceoğlu